İşlem yapılıyor, lütfen bekleyin...

Hizmette 10+ Yıl ve binlerce müşteri memnuniyeti... | %100 doğru kaynak | %100 memnuniyet | %100 mezuniyet |

Netsorular.com
SOS309U-YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER DERSİNİN 1. ÜNİTE DERS ÖZETİ
SOS309U-YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER DERSİNİN 1. ÜNİTE DERS ÖZETİNE VE DİĞER DERSLERİN DERS ÖZETİNE ULAŞABİLİR, AÖF ÇIKMIŞ SORULARI, AÖF DERS ÖZETLERİNİ VE AÖF YARDIMCI KAYNAK KİTAPLARI ONLİNE SİPARİŞ VEREBİLİRSİNİZ...

1.ÜNİTE - TOPLUMSAL DEĞİŞME VE KÜRESELLEŞME

Toplumsal değişme sosyolojinin en temel konularından biridir. Çünkü, sosyoloji­ 19. yüzyılda Batı’da gelenekseltoplumdan modern topluma geçişi anlamaya yönelik entelektüel bir çaba olarak gelişmiştir. Kapitalizmin Batı’da gelişmesi ile toplumların değişebileceğine dair bir inanç oluşmuştur. Sosyolojinin kurucuları Batı toplumunu merke­ze alıp diğer toplumları batı ile karşılaştırmışlardır. Batı merkezli yak­laşım tarafından “Batı” ve “diğerleri” şeklinde bir ikilem yaratılmıştır.

TOPLUMSAL DEĞİŞME SÜRECİNİN ÖZELLİKLERİ

Toplumsal değişme; içinde doğduğumuz toplumları biçimlendiren teknoloji ve kül­tür düzeyi, endüstrileşme, kentleşme, kırdan kente doğru göçler, bireyleşme, bürok­rasinin gelişmesi, medyanın ve internetin hayatımızda gittikçe artan etkisi gibi dina­mik güçleri içeren bir süreçtir. Yani toplumsal değişme hem toplumun hem de kültürün zaman içerisinde dönüşmesidir.

Toplumsal değişme sürecinde üç temelden bahsedilebilir:

1.Hangi toplum söz konusu olursa olsun, toplumsal değişme kaçınılmazdır.

Türkiye’de yaşayan halk açısından önemli bir toplumsal değişme, Osmanlı te­baasından Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığına geçişte yaşanmıştır.

Gelişme kavramını yıllık gayrisafi milli gelirin çoğalmasına bağlayan yaklaşım sorunludur. Gerçek anlamda gelişmenin daha güzel bir yaşam ile ilgili olduğu Bir­leşmiş Milletler tarafından kabul edilmiştir.

2000 yılında dünya genelinde ülke liderleri bir araya geldiler. Düşük gelirli ül­kelerin yurttaşlarının yaşamlarını iyileştirecek birtakım programlar üreterek “Binyıl Kalkınma Hedeflerini” oluşturdular.

2. Toplumsal değişme genelde planlanmadan ortaya çıkar. Planlandığı du­rumlarda ise öngörülmemiş sonuçlar ortaya çıkabilir.

Türkiye’de Cumhuriyet Projesi ile yeni bir toplum yaratmak amaçlanmıştır. 1927’de yapılan ilk nüfus sayımına göre nüfusun % 80’den fazlası kırsal kesimde ya­şamaktaydı. Köylülüğün çözülmesi planlanmadan ortaya çıkan bir dizi süreci içerdi.

Planlanmadan gerçekleşen toplumsal değişmeler son kertede insanların hayat­larını kolaylaştırmak yerine zorlaştırabilmektedir. İnsanlar fabrikalar kurarak üre­timi artırmayı başardılar. Ama sera gazı ve küresel ısınma etkisini hesaba katma­mışlardı. Otomobil insanların ulaşımını kolaylaştıran bir çözüm olarak düşünül­müştü ama otomobilin kent ulaşımını aksatacağı, zaman ve enerji kaybına neden olacağı düşünülmemişti.

3. Toplumsal değişme tartışmalı bir süreçtir. Çünkü nasıl yaşanılması gerekti­ğine dair görüşler birbirleriyle çelişebilmektedir.

Toplumun kalkınması için özel sektör mü egemen olmalıdır, yoksa kamu sek­törü mü? Kentlere göç eden kırsal kökenli kişiler için kökene dayalı ilişkiler, baş­ka deyişle akraba ya da hemşehrilik ilişkilerinin varlığı ne anlama gelmektedir? Bu ilişkilerin kentsel ortamda kullanılması kentsel yaşamla bütünleşme açısından olumlu mu, yoksa olumsuz mu rol oynamaktadır? Bütün bu sorulara verilecek ya­nıtlar kuşkusuz değer yargıları içermektedir. Dolayısıyla çeşitlilik gösterecektir. Yu­karıdaki sorulara cevap niteliğinde bazı sosyologlarımızın çalışmalarına göz atalım. 

Bir toplumun çeşitli kurumlan bir taraftan da zamanla toplumda değişen değer­lerin taşıyıcılarıdır. Kıray (1982: 454) toplumumuzda değişme söz konusu olduğun­da Türk ailesinin kuşaklar arası çatışmayı ve anomiyi kısmen önleyen bir tampon mekanizma olarak karşımıza çıktığı görüşündedir. 2008 Dünya Değerler Araştırma­sının sonuçlarına göre Türkiye’nin dünyada aile değerlerine en bağlı ülkelerden biri olduğu görülmüştür.

Dünya Değerler Araştırması, Türkiye halkının % 98’i için ebeveynlerinin onlar hakkında ne düşündüklerinin büyük önem taşıdığını göstermiştir. Türkiye’nin gele­neklerine bağlılığı ve aile yapısı açısından Arjantin, Meksika, Iran, Irak, Hindistan ve Malezya gibi farklı kültürlere ait olsalar da gelenekselliğin ağırlık taşıdığı ülkeler ile ortak bir tablo çizdiği görülmüştür. Bütün bu ülkelerde yaşayan halk % 90 civarın­da ebeveynlerinin görüşlerine çok önem vermektedir. Ayrıca, Japonların % 70’i, ebeveynlerinin onlarla gurur duyması için ellerinden geleni yapmayı amaçlamakta­dır. 

TOPLUMSAL DEĞİŞME FİKRİNİN TARİHSEL ARKA PLANI

Tüm insanlık tarihi insan-doğa ve insan-insan ilişkilerinin tarihidir. Tarihin özne­si insan gruplarıdır. Toplumsal değişme insan-doğa çelişkisinin belirlediği tekno­loji ile insan-insan çelişkisinin belirlediği ideoloji arasındaki etkileşim tarafından biçimlenir ve nesnel olduğu kadar kaçınılmaz bir süreçtir (Kongar, 2002). Sosyo­lojik bir kavram olarak ideoloji özellikle Karl Marx’ın çalışmalarıyla gündeme gel­miştir. İdeoloji kavramının atıfta bulunduğu toplumsal olgu genelde fikirler ya da kültür alanı, daha özelde ise siyasal fikirler ya da siyasal kültür alanıdır. İdeoloji ve bilim arasındaki benzerlikler ve farklılıklar konusunu derinlemesine araştırmış olan Mardin (1997: 48-49), Marx ile Freud’u karşılaştırmıştır.

Toplumsal değişme olgusu kuşkusuz tarihsel değişme düşüncesini de içerir. Ancak, çok yavaş biçim değiştiren ortamlarda tarihsel değişme fikri insanların akıl­larına gelmemiştir. Eski Yunan’da Aristo’nun ve İslam toplumunda İbn Haldun’un tarih anlayışları tekrarlanan devrelere dayanır. 

Toplumsal değişme düşüncesinin ortaya çıkabilmesi için tarih akışının bir biri­kimle sonuçlanması ve nitelik değiştirmesi gerekmiştir. Avrupa’da Rönesans ile or­taya çıkan, insanların kaderlerine hâkim olabilecekleri fikri, insanları gerçek an­lamda tarihin öznesi konumuna getirmiştir. Bu fikir, Fransa’da gelişen Aydınlanma ve İngiltere’de başlayan Endüstri Devrimi ile de pekişmiştir.

Yeniden doğuş, uyanış ifadeleriyle özdeşleştirilen Rönesans, içinde yaşadığımız çağın başlangıcı sayılır. Batı ve Orta Avrupa’da boy gösteren burjuva sınıfı sayesin­de derebeylik düzeninin dayanağı olan kilise sarsılır. Yeni ekonomik düzen Orta Çağ devleti bütünlüğünü dağıtarak ulusallaşmayı zorunlu kılar. Burjuva kapitaliz­minin temellerini atmak üzere Protestanlık gelişir. 

Avrupa düşüncesinin, aklın, deneyimin, dinsel ve geleneksel otoritelere kuş­kuyla bakmanın yanı sıra, seküler, liberal ve demokratik toplumların ideallerinin tedrici biçimde şekillendiği döneme Aydınlanma adı verilmiştir. Aydınlanma, ede­biyat, sanat, bilim, din ve felsefe gibi çeşitli kollardan yayılmakla birlikte genelde, materyalist bir insanlık görüşüyle eş tutulmaktadır. En belirgin özellikleri akılcı ve bilimsel bilgiye, eğitimle ilerleme konusuna olan inancı ve etik ile topluma fayda­cı yaklaşımı içermesidir (Marshall, 1999: 48-49).

Britanya’da 18. yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyılın ilk yarısına kadar olan dö­nemde hızla gerçekleşen toplumsal, ekonomik, demografik ve teknolojik değişim­ler Endüstri Devrimi olarak bilinir. Bu Devrimi belirleyen özellikler konusunda fi­kir birliği olmasa da İngiltere kırsal bir tarımcı toplumdan, giderek imâlâta ve en­düstriye dayalı kentsel bir toplum durumuna gelmiştir.  

TOPLUMSAL DEĞİŞMEYİ ETKİLEYEN ETMENLER

Kültür ve Toplumsal Değişme

İnsanın yaşamak için ürettiği her şey kültürdür. Bunun içine teknolojiyi, bu çerçe­vede oluşturulan nesnelerin yanı sıra değerleri, normları ve gelenekleri de katabi­liriz. Toplumsal değişme kavramı toplum ve kültür olguları arasında önemli bir fark gözetmeyen sosyal bilimciler tarafından sosyal/kültürel değişme olarak da ad­landırılmıştır (Güvenç, 1976: 27).

Değişme kuşkusuz ki insanoğlunun icatları ile başlamıştır. Taş devrinde kesici alet yapımı ile başlayan icatlar günümüzde “dijital devrim” olarak da adlandırılabi- len bilgi ve iletişim teknolojileri olarak gelişmiştir.

Yazının icadı değişmenin hızını belirlemiştir. “Tarih yazının icadı ile başlamıştır” denir. Kayıt altına alınabilen bil­gi toplumsal örgütlenmenin gelişmesini sağlamıştır. Toplumlar geçmişte neler ol­duğundan hareketle ilerde neler olmasını istediklerine dair bir bilinç geliştirebilmiştir. Bilimin gelişmesi eleştirel, yenilikçi ve akılcı bir düşünce sistemi demektir. İcatlar günümüzde insanoğlunun en temel ihtiyaçlarından en lüks sayılabilecek ih­tiyaçlarına kadar her türlü kullanıma cevap verebilmektedir. Endüstri kapitalizmi geliştikçe üretimin artması teknolojik buluşları hızlandırmıştır. Teknolojik gelişme­nin hizmetine sokulan bilimsel gelişmeler de değişmeye ivme katmıştır. 

Sınıf Çatışması ve Toplumsal Değişme

Bu görüşe göre, toplumsal değişmeyi etkileyen sosyal etmen toplumun dinamiz­mini de yaratan insanlar arasındaki eşitsizliktir (Dahrendorf, 1976). Toplumsal eşit­sizlikler sadece sınıflar arasında değil, aynı zamanda etnik gruplar ve toplumsal cinsiyetler arasında da mevcuttur.

Marx toplumsal değişmenin kısmen teknolojik gelişmelere bağlı olduğunu öne sürmüştür. Ama değişmeyi asıl sosyal çelişkilerin neden olduğu sınıf çatışmalarına bağlamıştır. Tarihin her evresinde, farklı üretim biçimlerine göre şekillenen farklı sınıflar ortaya çıkmıştır. Bu sınıflar arasındaki çatışma yeni bir toplumsal evreye ge­çilmesine neden olmuştur. 

Toplumsal hareketlilik, toplumsal tabakalaşma sistemi içinde bireylerin ve grup­ların farklı konumlar arasındaki hareketini anlatır. Hareketlilik bir yandan yukarı ve aşağı, öte yandan kuşaklar arası olabilir. Kuşaklar arası hareketlilik kişinin aile kökeni ile kendi sınıf ya da statü konumu arasındaki değişkenliğe gönderme ya­par. Bireylerin gelir, eğitim başarısı ya da sosyoekonomik prestijleri yanı sıra emek piyasaları ve üretim biçimleri içinde belirlenen ilişkiler çerçevesinde hareketlilikle­ri mümkündür (Marshall, 1999: 751).

Fiziksel Çevre, Demografi ve Toplumsal Değişme

Nüfus örüntüsünün değişmesi de toplumsal değişmeyi etkiler. Durkheim toplu­mun değişmesini nüfusun artması ve iş bölümünün gelişmesi ile ilişkilendirmiştir (Morrison, 2009: 179). Ona göre iş bölümünün gelişmesinin üç temel nedeni var­dır. Birincisi belli bir coğrafyada yaşayan nüfus yoğunluğunun artması, ikincisi bu­na bağlı olarak kentlerin gelişmesi, üçüncüsü de kentlerde yaşayan sosyal kitlenin artışına bağlı olarak sosyal hacmin çoğalmasıdır. Çoğalan kitle artan ulaşım imkân­ları sayesinde daha sıkı iletişim kurmaya başlayınca toplum daha da kalabalıklaşır.

Öte yandan, bir toplumda kaynaklar ve fırsatların dağılımında çok büyük eşit­sizlikler çıkmasını engellemek için nüfus kontrolü zorunludur. Endüstrileşmekte olan ülkelerde tıptaki ilerleme neticesinde ölüm oranlarının düşmesi ile nüfus ar­tışı başlar. Toplumsal değişmeyi kontrol altında tutabilmek için nüfus planlaması gerekli hale gelir. Batı’da Endüstri Devrimi ile birlikte teknolojinin gelişmesi ve ço­cuk emeği kullanımına ihtiyaç kalmaması, doğurganlık oranlarının düşmesini etki­lemiştir. Toplumumuzda ise tarımda kullanılan çocuk emeği doğurganlık artışını etkilemiştir. Bir toplumda doğurganlık ve ölüm oranları birbirine yakın olduğu za­man bazı çocukların yaşamasından emin olabilmek için daha çok çocuğun doğma­sı gerekir (Timur, 1972). 

TOPLUMSAL DEĞİŞME KURAMLARI

Evrimci Yaklaşımlar

Auguste Comte (1798-1857)

Sosyolojinin kurucusu sayılan Comte, kuramını “toplumsal statik” ve “toplumsal dinamik” olarak ikiye ayırmıştır. Toplumsal statik, toplumun denge haline işaret eder ve toplumun belirli bir zaman dilimi içerisinde incelenerek tasvir edilmesini içerir. Toplumsal dinamik ise toplumun değişme sürecine işaret eder ve zaman içe­risinde hangi toplumsal olguların başka toplumsal olguları izlediğine dikkatimizi çeker. Comte “insanlık” kavramını ortaya atar ve insanlığın evrim sonunda en iyi­ye ulaşacağına inanır (Kösemihal, 1968: 162). İnsan zihni teolojik ve metafizik aşa­malardan geçerek pozitif aşamaya ulaşır. Her aşamada egemen olan düşünce şek­li o aşamadaki toplumsal yapıyı belirler. Teolojik aşamada toplum doğaüstüne önem verir. Toplumsal olayların arkasında insanların iradesine benzeyen tanrı ira­desi aranır. İnsanlık tanrı düşüncesinde Fetişist (nesnelerin canlı olarak düşünül­mesi) ve Çok Tanrıcılık inançlarından sonra Tek Tanrıcılık inancına ulaşır. İnsan zihninin geçirdiği ikinci aşama metafizik aşamadır. Bu aşamada insanlık Tanrı fik­ri yerine ruh ya da doğanın eğilimleri gibi soyutlamalar ile düşünür. 

Herbert Spencer (1820-1903)

Spencer’e göre evrim basitlikten karmaşıklığa, homojenlikten heterojenliğe, tek tiplikten uzmanlaşmaya giden doğrusal bir süreçtir. Dünyanın oluşumu, dünya üzerinde yaşamın oluşumu, toplumun, ticaretin, bilimin ve sanatın gelişimi hep ay­nı süreçten geçer. Spencer toplumu evrim sırasında gittikçe karmaşıklaşan bir or­ganizmaya benzetmiştir. Nasıl insan organizması bir sistem ise ve vücudun uzuv­ları bu organın parçaları iseler, toplum da parçalardan oluşan bir bütündür. Top­lumun bütünü bir yapıyı oluşturur. Toplum içinde yer alan kurumlar bu yapının sağlıklı işlemesi için gerekli fonksiyonları yerine getirir. Spencer’e göre değişmenin kaynağı toplumun içindedir ve tüm toplumlar evrim sürecinden geçmektedir. İn­san toplulukları önceleri homojen şekilde yaşamaktadır ve iş bölümü çok farklılaş­mamıştır. 

Emile Durkheim (1858-1917)

Evrimci yaklaşıma sahip iz bırakmış en önemli sosyolog Durkheim’ dır. Durkheim insanların basit ve yüz yüze homojen ilişkiler içeren cemaat hayatından karmaşık ve sözleşmeye dayanan cemiyet hayatına geçtiklerini öne sürer. Gelişen teknoloji ve iş bölümünün artması insan ilişkilerinin ve dolayısıyla toplumsal yapının değişmesine neden olur. İş bölümünün gelişmesi nüfusun artması ile doğru orantılıdır. Nüfus az ve iş bölümü basit iken toplumda mekanik dayanışma olur. Bu durum az nüfuslu toplumlarda yaşayan insanların bilinçlerinin ve değer yargılarının birbirlerine çok benzemesine bağlıdır. Mekanik dayanışma içinde yaşayan insanlar aykırı davranış­ta olan kişileri cezalandırarak, başka deyişle “cezalandırıcı hukuk” yolu ile dayanış­manın bozulmasını engeller. 

Durkheim, toplumlar geliştikçe ceza hukukunun giderek azalacağını öne sürer. İş bölümünün artması farklı fonksiyonlara ilişkin “geri verdirici” hukuku ortaya çı­karır (Kösemihal, 1971:64). Geri verdirici hukuk bireylerin başka bireylerle olan ilişkilerini düzenler. Örneğin, medeni kanun, ticaret kanunu, usul kanunları, ana­yasa ve idare kanunları böyledir (Kongar, 2002:103). Geri verdirici kanunlar top­lum içinde yeni organların meydana gelmesine hizmet eder. Örneğin işçi patron anlaşmazlıklarını çözen mahkemelerin başında belirli işlerde uzmanlaşmış yargıç­lar bulunur. Avukatlık yapmak uzmanlık gerektirir. Özel hallere hukukun genel kuralları uygulanır. Dolayısıyla toplum doğrudan doğruya değil ama dolaylı olarak bireyler arası ilişkileri düzenler. 

Bireysel bilinçler bir araya geldiği zaman insan kendi kişiliğini ortak amaç için­de unutur. Uygarlığın üzerinde inşâ edildiği toplumsal idealler böyle zamanlarda ortaya çıkar. Örneğin Fransız Devrimi sırasında vatan ve özgürlük gibi kavramlar toplumsal bilinç tarafından kutsal birer varlık gibi algılanmış ve hissedilmiştir. Tür­kiye’de sosyolojinin kurucusu sayılan Ziya Gökalp (1876-1924) Durkheim’dan et­kilenmiştir. Durkheim’daki toplumsal bilinç kavramının yerine ulusal bilinç kavra­mını ikâme etmiş ve Türk ulusal kültürünü geliştirebilmek için çalışmıştır.

Sosyal Eylemlilik Yaklaşımı Max Weber (1864-1920)

Weber’in temel entelektüel çabası kapitalizmin neden Hıristiyan Batı’da geliştiği­ni anlamak üzerine kuruludur. Bu soruya cevap ararken Hıristiyan Batı ve Hıris­tiyan olmayan öteki olarak konumlandırdığı uygarlıkları (Müslüman, Hindu, Bu­dist v.d.) karşılaştırır. Akılcılığın sadece Batı’da gelişmesinin bu uygarlığı üstün kıldığı sonucuna varır. “Akılcılaşma” (rasyonalite) Weber’in modernite kavram- sallaştırmasmın anahtar kelimesidir. Sekülerleşmeyle birlikte bir toplumda dinin kurumsal etkisinin azalması beklenir. Eğitim ve bilimde artış ve yayılma gözükür. Geleneksel ve karizmatik otorite biçimleri yerlerini akılcı, yasal ve bürokratik oto­rite biçimlerine bırakır.

Weber toplumsal değişmenin nedenleri arasında önemli bir unsurun düşünce­ler olduğunu öne sürmüştür. 

Yapısal-Fonksiyonalist Yaklaşımlar

Talcott Parsons (1902 - 1979)

Evrimci ve yapısal-fonksiyonalist kuramcılar arasında Amerikalı sosyolog Parsons öne çıkmaktadır. Ona göre toplumsal değişme basitten karmaşığa doğru giden normal bir toplumun evrimidir. Weber’den aldığı toplumsal eylem kavramını Durk­heim’dan aldığı toplumsal kurum kavramı ile uzlaştırmaya çalışarak kendi kuramı­nı geliştirmiştir. Herhangi bir bireyin toplumsal eylemleri, içinde yaşadığı toplu­mun kurumları çerçevesinde ortaya çıkar.

Yapısalcı - fonksiyonalist yaklaşım, sistem modeli çerçevesinde düşünülür. Sis­tem modeli, herhangi bir düzeyde gerçekleşen toplumsal değişmenin diğer düzey­leri etkileyeceği düşüncesini içerir. Toplumsal değişme makro, orta düzey ve mik­ro olmak üzere üç düzeyde ele alınmaktadır. Birbirleriyle bağlantılı olarak değişik düzeylerde ortaya çıkan değişmeler “sosyal süreç” kavramı ile açıklanmaktadır (Sztompka, 1993: 7).

Diyalektik Yaklaşımlar Karl Marx (1818-1883)

Marx liberal görüş açısından ön plana çıkan bireye karşılık toplumsal olanı orta­ya koymuştur (Antonio, 2000: 114). Maddeci tarih görüşüne dayanan diyalektik yaklaşımıyla diğer evrimci yaklaşımlardan ayrılır. Ona göre toplumsal değişmenin temel nedeni sınıf çatışmalarıdır. Sınıflar toplumlardaki farklı üretim biçimlerine bağlı olarak ortaya çıkar. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri üretim biçimlerini oluşturur. Marx’a göre üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çatışma insan­ların iradeleri dışında meydana gelir. İnsanların ideolojileri maddi hayat tarafın­dan biçimlenir.

Bir toplumda maddi üretim araçları ve insanlar üretim güçlerini oluşturur. İn­sanların içine girdikleri ilişkiler üretim biçimlerini ortaya çıkarır. Örneğin tarımla geçinen toplumlarda toprak temel üretim aracı iken, endüstri toplumlarında fabri­ka üretim aracıdır. Üretim araçları karşısında insanların aldıkları pozisyonlar onla­rın bilinçlerini belirler. Toprak sahibi toprağını kaybetmemek ve topraktan daha fazla verim elde etmek için çabalar. Toprağa bağlı çalışan köylü ise toprak sahibi­ne boyun eğmek durumundadır. Çünkü karnını ancak toprağı işleyerek doyurabi­lir. Fabrika sahibi işçilerini daha çok çalıştırıp daha fazla kâr elde etmek ister. Fab­rikada çalışan işçi ise emeğini satmak zorundadır. Üretim araçlarının gelişmesi so­nucunda üretim güçleri mevcut üretim ilişkileri çerçevesinde huzursuzluğa yol açar ve üretim biçimini değişmeye zorlar. Marx’ın diyalektik yaklaşımı, tarihin ön­cüsü olan yeni üretim ilişkilerinin tohumlarının eski üretim biçiminde atıldığına işaret eder.

Aksiyonalist Yaklaşımlar

Sistem modelinin alternatifi, toplumu dinamik bir sosyokültürel alan olarak tahây- yül eden modeldir. Bu modele göre toplumun en temel taşı sosyal olaydır. Aksi- yonalist yaklaşıma göre toplumsal değişmeyi etkileyen teknoloji, ekonomi ya da kültüre bağlı bir ya da birden fazla etmen düşüncesi yeterli değildir. Değişme için bütün bu etmenlerden ziyade sosyal aktörlerin aksiyonları gereklidir (Tourai- ne,1977). Bu yaklaşıma göre toplumsal değişme toplumsal hareketler neticesinde gerçekleşebilir. Endüstri öncesi toplumlarda bireyler gelenekler etrafında sıkı birşekilde kenetlenmiştir.

MODERNİTE VE MODERNLEŞME

Toplumsal değişme denince akla gelen önemli bir kavram modernitedir. Gid- dens’a (1991) göre modernite Batıda Endüstri Devrimi ile beraber değişen toplum­sal kurumlan ve davranış biçimlerini içerir. Modernleşme ise endüstrileşme ile baş­layan toplumsal değişme sürecine verilen isimdir ve ağırlığını 20. yüzyılda dünya çapında hissettirmiştir. Modernite’nin bir boyutu endüstrileşme ise öbür boyutu kapitalizmdir. Kapitalizm pazarda gerçekleşen rekabeti ve iş gücünün metalaşma- sını içerir. Modern toplumda bireylerin aktivitelerini eşgüdümlü hale getirmek için enformasyon ve bireyleri kontrol altında tutabilmek için denetim sistemleri gelişir. Modern toplumun politik örgütlenme biçimi ulus devlettir. Giderek ulus devletler tarih sahnesine aktörler olarak çıkmış ve uluslararası ilişkilerin çapı gelişerek kü­reselleşme sürecini hızlandırmıştır.

Sosyal ilişkiler ve değiş tokuş kuşkusuz modernite öncesi dönemde de vardı. Ancak, para gibi soyut bir aracın standartlaştırma özelliği para ekonomisi temelin­de modernitenin gelişmesini sağlamıştır. Uzmanlık sistemleri, uzmanlardan ve za­man ile mekândan bağımsız olarak hayatımıza karışmıştır. Günümüzde ister iste­mez doktor, mühendis, terapist gibi uzmanlara güvenmek zorundayız. Öte yandan sürekli şüphe eden ve akıl yürüten insan, edindiği yeni bilgilere dayanarak mo­dern kurumlarla olan ilişkisini gözden geçirmeye de başlamıştır.

Marx’a göre özgür iş gücü modernitenin anahtar kavramıdır. Emek pazarda sa­tılan bir meta haline gelmeden kapitalizm gelişemezdi. Kapitalizmin gelişmesi aynı zamanda fabrikada çalışma biçimine bağlı olarak artan disiplini de getirdi (Antonio,2000: 122).

Simmel’e (1858-1918 ) göre modernite bireyleşme olmadan gerçekleşemez. Ge­leneksel toplumlarda bireyler daha ziyade aile ve hısım-akraba bağlantıları içinde sosyalleşirken, moderniteyle birlikte bireyler bağlantı kurmak istedikleri grupları akılcı bir biçimde seçmeye başlamıştır. Birey artık çeşitli gruplara üyedir ve bu du­rum bireyin belirsizlik duygusuna kapılmasına neden olabilir.

Ritzer (1993) modern toplumu tanımlarken “Toplumun McDonaldlaştırılması ” kavramını ortaya atmıştır. Ritzer’a göre akılcılaşma süreci, modern yaşamın ihtiyaç­larına verdiği yanıtları dört temel unsura dayandırır: verimlilik, hesaplanabilirlik, ön­görülebilirlik ve denetim. Bu unsurların hepsi özünde kapitalist toplumda egemen olan üretim biçiminin gereksinimleri ile ilgilidir. Kapitalizmde üretim artmalı, ne ka­dar üretilebileceği öngörülebilmeli ve denetlenebilmelidir.

KÜRESELLEŞME

Küreselleşme kimi zaman Batılılaşma, Amerikanlaşma ya da evrenselleşme ile eş anlamlı olarak düşünülür. Bu anlamlardan herhangi birisiyle özdeşleştirildiğinde toplumlar arasındaki kültürel farkların giderek ortadan kalkmasına, başka deyiş­le kültürel homojenleşme sürecine işaret eder (Tomlinson, 2004). Uçak küresel­leşmeyi hızlandıran önemli bir teknolojik buluştur. Çünkü hava ulaşımı sayesin­de zaman kavramı hakkmdaki algımız ve yaşam biçimimiz radikal bir şekilde et­kilenmiştir.

Castells’a göre (1996) küreselleşme özellikle 1970’lerden bu yana enformasyon toplumunun ortaya çıkması ve gelişmesi ile bağlantılıdır.

Çünkü internet gibi yeni iletişim teknolojileri sayesinde bilgi akışı hızlanmış ve birbirinden bağımsız gibi gözüken toplumlar gerek bilgi, gerek sermaye akışı sayesinde ekonomik ve poli­tik açılardan birbiriyle bağlantılı hale gelmiştir. Neoliberal ideoloji küreselleşme ile eş anlamlı olmasa da sermayenin avantajlı bulduğu ülkelere serbest akışını teşvik ederek küreselleşmeyi hızlandırmıştır. Böylece, gerek ülkeler arasında, gerekse herhangi bir toplumda sınıflar arasında eşitsizlikler giderek artmaktadır.

KÜRESELLEŞME OLGUSUNUN ÖZELLİKLERİ

Küreselleşmenin en önemli özellikleri zaman ve mekânın sıkışması; mekânın ye­niden biçimlenmesi ve uluslararasındaki karşılıklı bağımlılıkların geri dönülmez bir biçimde artmasıdır (Harvey, 1989).

Bir yandan birbirine çok benzeyen hava alanları ve hava alanlarının yakı­nında iş adamlarının konaklaması için oteller inşa edilir. Ulusaşırı “iş adamı kültürü” gelişir ve ulusaşırı sermayenin akışı hızlanır. Tüketim kalıpları standart­laşmaya başlar. Artık süper marketlerde dünyanın her yöresinden gıda ve ürün çeşitleri bulmak mümkündür. Öte yan­dan ulusaşırı şirketlere bağlı üretim zin­cirleri oluşur. Dünyanın bir köşesinde ekonomik kriz bahane edilerek bir fab­rika kapatılır ve hayatlarında süper mar­ketlere uğrayamamış milyonlarca işçi iş­siz kalabilir. Küresel finansal ağlar saye­sinde banka hesaplarımız küresel kapi­talist pazara bağlanır.

 

Küresel Karşısında Yerel

Modernlik öncesi küresel ile modernlik sonrası küresel arasında bir fark vardır. Ör­neğin Anderson’un (1991) günümüzde kıtalar üstü dayanışmalara karşılık geldiği için ''hayâli cemaatler" olarak adlandırdığı Hıristiyanlık veya Müslümanlık mo­dernlik öncesi toplumlarda yerel bağlamda tahayyül edilirdi. Muhtemelen Orta Çağ’da yaşamış olan insanlar öteki Hıristiyan ya da Müslümanların kendilerinin bi­rer kopyası olduklarını düşünüyordu. Orta Çağ dünyasında yolculuk tehlikelerle dolu olduğu için oldukça zordu. Dolayısıyla seyahat eden insanların gittikleri yer­ler üzerindeki etkisi sınırlıydı. Modernlik öncesi bağlantılılık ile modernlik sonrası bağlantılılık arasında bir eksen kayması söz konusudur. Bu eksen kayması sadece mekân değiştirmenin esnekleşmesi değil, aynı zamanda bir bütün olarak dünya bi­lincinin yoğunlaşması anlamına da gelmektedir (Robertson, 1992).

Orta Çağ’da jüri nasıl düşünmüştür? Jürinin kararında hangi gerekçeler rol oy­namıştır? O dönemde çukuru kazan değirmenciyi aklayan jüri yerelliğin ihtiyacını, bağlantılılığa üstün görmüştür. Anayol bağlantılılığı simgeler ve bağlantıda kalma ihtiyacına karşılık gelir. Günümüzde benzer bir olayda jürinin aynı şekilde yorum yapamayacağını düşünüyorsak iletişim ve bağlantılılık yaşamımızda merkezî bir önem kazandığı içindir. Dolayısıyla, Giddens’a (1991) göre küreselleşmenin ger­çek kökeni modern öncesi dünyada değildir.

Küreselleşme tek yanlı bir süreç değildir. Kültürel boyutu açısından düşündü­ğümüzde diyalektik bir yapı ortaya çıkar.

Huntington kültürel homojenleşme yerine “uygarlıklar çatışması” dönemine gir­diğimizi öne sürmüştür.

KÜRESELLEŞME KURAMLARI

Küreselleşme olgusunu inceleyen çeşitli kuramlar vurguladıkları konular açısın­dan farklılaşmaktadır. Bu kuramların aralarındaki farklılıkları anlayabilmek için hipotetik bir soru ortaya atabiliriz: Bir adada yaşayan yeni bir toplumun keşfedil­diğini düşünelim. Bu ada toplumu dünya toplumlarına nasıl entegre edilirdi? Ba­zı kuramcılar şirketlerin derhal bu adanın doğal kaynaklarına el koyacağını iddia edecektir. Daha sonra sıra bu kaynakları işleyebilmek için adaya mühendisler yol­lamaya ve ucuz iş gücünden yararlanabilmek için fabrikalar kurmaya gelecektir. Başka bir grup dünyadaki süper güçlerin adaya temsilciler yollayarak güçlü bir devlet kurulmasını sağlamanın ve bu devletle ilişkileri geliştirmenin en doğru yol olduğunu iddia edebilir. Yeni devletin küresel siyasette yer alması gerekecektir.

Dolayısıyla, adanın entegrasyonu ekonomik sömürü, siyasal antlaşmalar ve itti­faklar, küresel modellere göre yapılacak kurumsal reformlar ve kültürel bir kimlik arayışı seçeneklerinin hepsini içerebilir. Küreselleşmenin 1970’ler sonrası ortaya çı­kan yeni bir olgu olmadığını iddia eden farklı kuramlar vardır. Bu kuramlar Marx’tan etkilenmiş olan “kapitalist dünya sistemi” ve “bağımlılık” kuramları ile “dünya kültürü” kuramıdır.

Kapitalist Dünya Sistemi ve Bağımlılık Kuramları

1960’ların ortalarında modernleşme kuramlarını eleştiren alternatif kuramlar geliş­miştir. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde ithal ikâmeci endüstrileşme sürecinin dinamizmini kaybetmesi modernleşme sürecinin sorgulanmasına yol açmıştır (Lar- rain, 1989: 115-123). Bağımlılık kuramı olarak adlandırılabilecek düşünceler çeşit­li olsa da ortak yönleri dünya kapitalist sistemi kavramını kabul etmeleri ve bu sis­temin çevresinde yer alan ülkelerin iç yapılarının dış güçler tarafından belirlendi­ğini öne sürmeleridir. Ön plana çıkan düşünürler “kapitalist dünya ekonomisi” kavramını kullanan Andre Gunder Frank ve Immanuel Wallerstein’dır. Frank “az­gelişmişliğin gelişmişliği” kavramını ortaya atmıştır. Kapitalizmin 16.yüzyılda Avru­pa’da başladığını ve tüm dünyayı uluslararası bir sistem haline soktuğunu iddia eder.

Artı değer kavramını Marx emek-değer kuramı çerçevesinde kullanmıştır. Marx şu soruya cevap aramıştır: Serbest piyasa kuralına göre tüm metalar kendi eşitleriy­le mübadeleye (değiş tokuşa) girer. O zaman parası olanlar niçin üretime yatırım yapmaktadır? Cevabı şöyledir: Yatırımcı kullanıldığında maliyetinden daha fazla de­ğer yaratan, benzeri olmayan bir meta görmüş ve onu satın almıştır. Bu meta emek gücüdür. Kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkmasıyla birlikte emekçiler emek güç­lerini üretim araçlarının mülkiyetini ellerinde tutanlara hem satmak zorunda kalır; hem de bunu yapabilecek güçtedir. İşçiler, ürettikleri şeyler temel alınarak değil, kendilerinin ve çocuklarının çalışmak amacıyla varlıklarını idame ettirmelerini müm­kün kılan gıda ve diğer ihtiyaçlar temel alınarak ücretlendirilir. İşçinin kendini ge­çindirme değerinin (zaruri emek) normal şartlarda, çalışılan saat toplamından daha az zamanda üretilmesiyle “artı değer” yaratmak mümkün olur (Marshall, 1999: 184).

Bağımlılık kuramları da temelde modernleşme kuramları gibi ideal bir gelişme tasavvur ettikleri ve çevre ülkelerin durumunu bu modele göre tanımladıkları için eleştirilmiştir.

Sassen, küresel ekonominin “dünya şehirleri” sayesinde hayat bulduğuna dik­katimizi çeker. Dünya şehirlerinden küresel ekonomiyi kontrol eden kişiler ge­rek yerel kültürlerin etkisinden, gerekse siyasi kontrolden uzaklaşırlar. Buna pa­ralel olarak dünya şehirlerinde yaşayan küresel elitler ile asgari ücretle çalışan iş­çiler arasındaki eşitsizlik uçurumu artar (Sassen, 1998, aktaran Lechner & Boli, 2000: 70-73).

1980’li yıllarda bir dünya şehri olan İstanbul’da da küreselleşme özelliklerini ta­şıyan yeni mekânsal düzenlemeler ortaya çıkmıştır (Keyder, 2000: 185). Pek çok şirket yüksek kârlar getiren müteahhitlik işine girmiştir. Mali liberalizasyon saye­sinde bankacılık sektörü dünya piyasaları ile bütünleşmiş ve İstanbul yatırım açı­sından bir çekim merkezi haline gelmiştir. Bu koşullar çerçevesinde konut piyasa­sı İstanbul’un en kârlı sektörü olmuştur. Kentlerin işlevleri dünyadaki yerlerine bağlı olarak dönüştürülmektedir (Keyder, 2000: 219). İstanbul önemli bir ulusaşırı ticaret ve finans merkezi durumuna getirilmek istenmektedir.

Dünya Kültürü Kuramı

Dünya kültürü kuramı (Lechner & Boli, 2005) küresel meta, insan ve kültür dola­şımı zincirlerini analiz eder. Küreselleşme sürecinde gerek malların, gerekse insan­ların dolaşımını görürüz. Örneğin, Türkiye’ye yönelik düzensiz göç ve kadın tica­reti küresel bir sorundur. Küresel çaptaki enformel iş ve ticaret faaliyetleri ulusla­rarası nüfus hareketlerini etkilemekte, Türkiye de bundan payını almaktadır (Erder ve Kaşka, 2003). Dünya kültürü kavramı meta dolaşımı ve insan dolaşımı süreciy­le, uluslararası finans ve banka sistemiyle, iletişim ağıyla, uluslararası kurumsallaş­malarla (Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Çalışma Örgütü, Dünya Bankası, Dün­ya Satranç Federasyonu gibi) ve küresel popüler kültür ile bireylerde ulus ötesi ye­ni bir bilinçlenme düzeyine işaret etmektedir. Üstelik bu kültür dinamiktir. Sürek­li oluşum ve yenilenme halindedir. Dünya kültürü kuramı, küreselleşmeye karşı çı­kan Dünya Sosyal Forumu gibi küreselleşme karşıtı platformların da kaçınılmaz olarak küresel çapta örgütlenmeleri gerektiğini vurgulamaktadır.

Dünya kültürü kavramı eğitsel, yönetsel, örgütsel ve yurttaşlıkla ilgili pratikle­rin bütün toplumlarda benzer biçimler almış olduğuna işaret eder. Öte yandan, gü­nümüzde önemli sayıda toplum demokrasi ile yönetilirken, halen demokratik ol­mayan toplumlar da bulunmaktadır. Bazı toplumlar henüz kadınlara seçme hakkı tanımamıştır.

İnsan hakları kavramı küresel düzeyde yaygınlaşmamıştır.

EKONOMİK KÜRESELLEŞME

1970’lerin başından itibaren kavramsal olarak sermayenin ulusal düzeyde tanımla- namayacağı görüşü ağırlık kazanmaya başlamıştır. Bu tartışmanın çerçevesini anla­yabilmek için sermayenin toplam sosyal döngüsünü oluşturan üç sürece açıklık kazandırmak gereklidir (Ercan, 2009: 173-74). Birinci aşamada ticari sermaye ulus- lararasılaşmıştır. Kapitalist üretim tekniklerinin gelişmesi üretim hacmini arttırmış; dolayısıyla uluslararası ticaret artmıştır.

İkinci aşamada erken endüstrileşen ülkelerde sermaye aşırı artmış; yeni kârlılık koşullarının aranması gündeme gelmiştir. Anonim şirketler gelişmiş ve toplumda var olan mülkiyet hakları tek elde yoğunlaşmıştır. Buna bağlı olarak sermaye yara­tıcısı bankalar güçlenmiş ve sermaye hem borç sermaye hem de hayâli sermaye olarak ulus dışına çıkmıştır. Bu sürece para sermayesinin uluslararasılaşması de­mek mümkündür.

Üçüncü aşamada gelişen teknoloji ve ulaşım maliyetlerinin ucuzlaması üretim faaliyetinin uluslararasılaşmasma neden olmuştur. Üretim için gerekli iş gücü ve üretim araçlarının sağlanmasında olduğu gibi üretim sürecinde yaratılan artı değer de uluslararasılaşmıştır.

Sermayenin üç farklı görünümünü kendi içlerinde toplayan firmalar hareket alanlarını genişleterek kârlılık oranlarını arttırabilmişlerdir. Başka deyişle, bir yandan firmalar üretimi sürdürürken, bankalar yatırım için para sağlamakta ve ticaret şirketleri ise üretilen malların dağıtımını yapmaktadır.

Neoliberal küreselleşme özellikle 1980 sonrasına ilişkin bir kavramdır. 1980 sonrasında petrol ihracatçısı ülkelerin ellerindeki petro dolarlar içe dönük sanayi­leşme modeli uygulayan az gelişmiş ülkelere yönlendirilmiş ve bu model bir süre devam edebilmiştir. Ayrıca bu yönlendirme finansal piyasaların önemini arttırmış­tır. Sürecin sonunda ortaya çıkan borç krizi içe dönük sanayileşme modelinin so­na ermesine ve küreselleşme adı verilen sürecin başlamasına neden olmuştur. Ar­ka arkaya çıkan petrol krizleri az gelişmiş ülkeler arasındaki dayanışma duygusu­nu azaltmıştır. Az gelişmiş ülkeler uluslararası yeni ekonomik düzen çağrısında bu­lunmuşlar ve gelişmiş ülkeler ise bu ülkelerin borçlarını ödeyebilmelerinin ancak ihracata yönelmeleriyle mümkün olabileceğini düşünmüşlerdir. 

Yukarıya Git