1.ÜNİTE - TOPLUMSAL DEĞİŞME VE KÜRESELLEŞME
Toplumsal değişme sosyolojinin en temel konularından biridir. Çünkü, sosyoloji 19. yüzyılda Batı’da gelenekseltoplumdan modern topluma geçişi anlamaya yönelik entelektüel bir çaba olarak gelişmiştir. Kapitalizmin Batı’da gelişmesi ile toplumların değişebileceğine dair bir inanç oluşmuştur. Sosyolojinin kurucuları Batı toplumunu merkeze alıp diğer toplumları batı ile karşılaştırmışlardır. Batı merkezli yaklaşım tarafından “Batı” ve “diğerleri” şeklinde bir ikilem yaratılmıştır.
TOPLUMSAL DEĞİŞME SÜRECİNİN ÖZELLİKLERİ
Toplumsal değişme; içinde doğduğumuz toplumları biçimlendiren teknoloji ve kültür düzeyi, endüstrileşme, kentleşme, kırdan kente doğru göçler, bireyleşme, bürokrasinin gelişmesi, medyanın ve internetin hayatımızda gittikçe artan etkisi gibi dinamik güçleri içeren bir süreçtir. Yani toplumsal değişme hem toplumun hem de kültürün zaman içerisinde dönüşmesidir.
Toplumsal değişme sürecinde üç temelden bahsedilebilir:
1.Hangi toplum söz konusu olursa olsun, toplumsal değişme kaçınılmazdır.
Türkiye’de yaşayan halk açısından önemli bir toplumsal değişme, Osmanlı tebaasından Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığına geçişte yaşanmıştır.
Gelişme kavramını yıllık gayrisafi milli gelirin çoğalmasına bağlayan yaklaşım sorunludur. Gerçek anlamda gelişmenin daha güzel bir yaşam ile ilgili olduğu Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiştir.
2000 yılında dünya genelinde ülke liderleri bir araya geldiler. Düşük gelirli ülkelerin yurttaşlarının yaşamlarını iyileştirecek birtakım programlar üreterek “Binyıl Kalkınma Hedeflerini” oluşturdular.
2. Toplumsal değişme genelde planlanmadan ortaya çıkar. Planlandığı durumlarda ise öngörülmemiş sonuçlar ortaya çıkabilir.
Türkiye’de Cumhuriyet Projesi ile yeni bir toplum yaratmak amaçlanmıştır. 1927’de yapılan ilk nüfus sayımına göre nüfusun % 80’den fazlası kırsal kesimde yaşamaktaydı. Köylülüğün çözülmesi planlanmadan ortaya çıkan bir dizi süreci içerdi.
Planlanmadan gerçekleşen toplumsal değişmeler son kertede insanların hayatlarını kolaylaştırmak yerine zorlaştırabilmektedir. İnsanlar fabrikalar kurarak üretimi artırmayı başardılar. Ama sera gazı ve küresel ısınma etkisini hesaba katmamışlardı. Otomobil insanların ulaşımını kolaylaştıran bir çözüm olarak düşünülmüştü ama otomobilin kent ulaşımını aksatacağı, zaman ve enerji kaybına neden olacağı düşünülmemişti.
3. Toplumsal değişme tartışmalı bir süreçtir. Çünkü nasıl yaşanılması gerektiğine dair görüşler birbirleriyle çelişebilmektedir.
Toplumun kalkınması için özel sektör mü egemen olmalıdır, yoksa kamu sektörü mü? Kentlere göç eden kırsal kökenli kişiler için kökene dayalı ilişkiler, başka deyişle akraba ya da hemşehrilik ilişkilerinin varlığı ne anlama gelmektedir? Bu ilişkilerin kentsel ortamda kullanılması kentsel yaşamla bütünleşme açısından olumlu mu, yoksa olumsuz mu rol oynamaktadır? Bütün bu sorulara verilecek yanıtlar kuşkusuz değer yargıları içermektedir. Dolayısıyla çeşitlilik gösterecektir. Yukarıdaki sorulara cevap niteliğinde bazı sosyologlarımızın çalışmalarına göz atalım.
Bir toplumun çeşitli kurumlan bir taraftan da zamanla toplumda değişen değerlerin taşıyıcılarıdır. Kıray (1982: 454) toplumumuzda değişme söz konusu olduğunda Türk ailesinin kuşaklar arası çatışmayı ve anomiyi kısmen önleyen bir tampon mekanizma olarak karşımıza çıktığı görüşündedir. 2008 Dünya Değerler Araştırmasının sonuçlarına göre Türkiye’nin dünyada aile değerlerine en bağlı ülkelerden biri olduğu görülmüştür.
Dünya Değerler Araştırması, Türkiye halkının % 98’i için ebeveynlerinin onlar hakkında ne düşündüklerinin büyük önem taşıdığını göstermiştir. Türkiye’nin geleneklerine bağlılığı ve aile yapısı açısından Arjantin, Meksika, Iran, Irak, Hindistan ve Malezya gibi farklı kültürlere ait olsalar da gelenekselliğin ağırlık taşıdığı ülkeler ile ortak bir tablo çizdiği görülmüştür. Bütün bu ülkelerde yaşayan halk % 90 civarında ebeveynlerinin görüşlerine çok önem vermektedir. Ayrıca, Japonların % 70’i, ebeveynlerinin onlarla gurur duyması için ellerinden geleni yapmayı amaçlamaktadır.
TOPLUMSAL DEĞİŞME FİKRİNİN TARİHSEL ARKA PLANI
Tüm insanlık tarihi insan-doğa ve insan-insan ilişkilerinin tarihidir. Tarihin öznesi insan gruplarıdır. Toplumsal değişme insan-doğa çelişkisinin belirlediği teknoloji ile insan-insan çelişkisinin belirlediği ideoloji arasındaki etkileşim tarafından biçimlenir ve nesnel olduğu kadar kaçınılmaz bir süreçtir (Kongar, 2002). Sosyolojik bir kavram olarak ideoloji özellikle Karl Marx’ın çalışmalarıyla gündeme gelmiştir. İdeoloji kavramının atıfta bulunduğu toplumsal olgu genelde fikirler ya da kültür alanı, daha özelde ise siyasal fikirler ya da siyasal kültür alanıdır. İdeoloji ve bilim arasındaki benzerlikler ve farklılıklar konusunu derinlemesine araştırmış olan Mardin (1997: 48-49), Marx ile Freud’u karşılaştırmıştır.
Toplumsal değişme olgusu kuşkusuz tarihsel değişme düşüncesini de içerir. Ancak, çok yavaş biçim değiştiren ortamlarda tarihsel değişme fikri insanların akıllarına gelmemiştir. Eski Yunan’da Aristo’nun ve İslam toplumunda İbn Haldun’un tarih anlayışları tekrarlanan devrelere dayanır.
Toplumsal değişme düşüncesinin ortaya çıkabilmesi için tarih akışının bir birikimle sonuçlanması ve nitelik değiştirmesi gerekmiştir. Avrupa’da Rönesans ile ortaya çıkan, insanların kaderlerine hâkim olabilecekleri fikri, insanları gerçek anlamda tarihin öznesi konumuna getirmiştir. Bu fikir, Fransa’da gelişen Aydınlanma ve İngiltere’de başlayan Endüstri Devrimi ile de pekişmiştir.
Yeniden doğuş, uyanış ifadeleriyle özdeşleştirilen Rönesans, içinde yaşadığımız çağın başlangıcı sayılır. Batı ve Orta Avrupa’da boy gösteren burjuva sınıfı sayesinde derebeylik düzeninin dayanağı olan kilise sarsılır. Yeni ekonomik düzen Orta Çağ devleti bütünlüğünü dağıtarak ulusallaşmayı zorunlu kılar. Burjuva kapitalizminin temellerini atmak üzere Protestanlık gelişir.
Avrupa düşüncesinin, aklın, deneyimin, dinsel ve geleneksel otoritelere kuşkuyla bakmanın yanı sıra, seküler, liberal ve demokratik toplumların ideallerinin tedrici biçimde şekillendiği döneme Aydınlanma adı verilmiştir. Aydınlanma, edebiyat, sanat, bilim, din ve felsefe gibi çeşitli kollardan yayılmakla birlikte genelde, materyalist bir insanlık görüşüyle eş tutulmaktadır. En belirgin özellikleri akılcı ve bilimsel bilgiye, eğitimle ilerleme konusuna olan inancı ve etik ile topluma faydacı yaklaşımı içermesidir (Marshall, 1999: 48-49).
Britanya’da 18. yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyılın ilk yarısına kadar olan dönemde hızla gerçekleşen toplumsal, ekonomik, demografik ve teknolojik değişimler Endüstri Devrimi olarak bilinir. Bu Devrimi belirleyen özellikler konusunda fikir birliği olmasa da İngiltere kırsal bir tarımcı toplumdan, giderek imâlâta ve endüstriye dayalı kentsel bir toplum durumuna gelmiştir.
TOPLUMSAL DEĞİŞMEYİ ETKİLEYEN ETMENLER
İnsanın yaşamak için ürettiği her şey kültürdür. Bunun içine teknolojiyi, bu çerçevede oluşturulan nesnelerin yanı sıra değerleri, normları ve gelenekleri de katabiliriz. Toplumsal değişme kavramı toplum ve kültür olguları arasında önemli bir fark gözetmeyen sosyal bilimciler tarafından sosyal/kültürel değişme olarak da adlandırılmıştır (Güvenç, 1976: 27).
Değişme kuşkusuz ki insanoğlunun icatları ile başlamıştır. Taş devrinde kesici alet yapımı ile başlayan icatlar günümüzde “dijital devrim” olarak da adlandırılabi- len bilgi ve iletişim teknolojileri olarak gelişmiştir.
Yazının icadı değişmenin hızını belirlemiştir. “Tarih yazının icadı ile başlamıştır” denir. Kayıt altına alınabilen bilgi toplumsal örgütlenmenin gelişmesini sağlamıştır. Toplumlar geçmişte neler olduğundan hareketle ilerde neler olmasını istediklerine dair bir bilinç geliştirebilmiştir. Bilimin gelişmesi eleştirel, yenilikçi ve akılcı bir düşünce sistemi demektir. İcatlar günümüzde insanoğlunun en temel ihtiyaçlarından en lüks sayılabilecek ihtiyaçlarına kadar her türlü kullanıma cevap verebilmektedir. Endüstri kapitalizmi geliştikçe üretimin artması teknolojik buluşları hızlandırmıştır. Teknolojik gelişmenin hizmetine sokulan bilimsel gelişmeler de değişmeye ivme katmıştır.
Sınıf Çatışması ve Toplumsal Değişme
Bu görüşe göre, toplumsal değişmeyi etkileyen sosyal etmen toplumun dinamizmini de yaratan insanlar arasındaki eşitsizliktir (Dahrendorf, 1976). Toplumsal eşitsizlikler sadece sınıflar arasında değil, aynı zamanda etnik gruplar ve toplumsal cinsiyetler arasında da mevcuttur.
Marx toplumsal değişmenin kısmen teknolojik gelişmelere bağlı olduğunu öne sürmüştür. Ama değişmeyi asıl sosyal çelişkilerin neden olduğu sınıf çatışmalarına bağlamıştır. Tarihin her evresinde, farklı üretim biçimlerine göre şekillenen farklı sınıflar ortaya çıkmıştır. Bu sınıflar arasındaki çatışma yeni bir toplumsal evreye geçilmesine neden olmuştur.
Toplumsal hareketlilik, toplumsal tabakalaşma sistemi içinde bireylerin ve grupların farklı konumlar arasındaki hareketini anlatır. Hareketlilik bir yandan yukarı ve aşağı, öte yandan kuşaklar arası olabilir. Kuşaklar arası hareketlilik kişinin aile kökeni ile kendi sınıf ya da statü konumu arasındaki değişkenliğe gönderme yapar. Bireylerin gelir, eğitim başarısı ya da sosyoekonomik prestijleri yanı sıra emek piyasaları ve üretim biçimleri içinde belirlenen ilişkiler çerçevesinde hareketlilikleri mümkündür (Marshall, 1999: 751).
Fiziksel Çevre, Demografi ve Toplumsal Değişme
Nüfus örüntüsünün değişmesi de toplumsal değişmeyi etkiler. Durkheim toplumun değişmesini nüfusun artması ve iş bölümünün gelişmesi ile ilişkilendirmiştir (Morrison, 2009: 179). Ona göre iş bölümünün gelişmesinin üç temel nedeni vardır. Birincisi belli bir coğrafyada yaşayan nüfus yoğunluğunun artması, ikincisi buna bağlı olarak kentlerin gelişmesi, üçüncüsü de kentlerde yaşayan sosyal kitlenin artışına bağlı olarak sosyal hacmin çoğalmasıdır. Çoğalan kitle artan ulaşım imkânları sayesinde daha sıkı iletişim kurmaya başlayınca toplum daha da kalabalıklaşır.
Öte yandan, bir toplumda kaynaklar ve fırsatların dağılımında çok büyük eşitsizlikler çıkmasını engellemek için nüfus kontrolü zorunludur. Endüstrileşmekte olan ülkelerde tıptaki ilerleme neticesinde ölüm oranlarının düşmesi ile nüfus artışı başlar. Toplumsal değişmeyi kontrol altında tutabilmek için nüfus planlaması gerekli hale gelir. Batı’da Endüstri Devrimi ile birlikte teknolojinin gelişmesi ve çocuk emeği kullanımına ihtiyaç kalmaması, doğurganlık oranlarının düşmesini etkilemiştir. Toplumumuzda ise tarımda kullanılan çocuk emeği doğurganlık artışını etkilemiştir. Bir toplumda doğurganlık ve ölüm oranları birbirine yakın olduğu zaman bazı çocukların yaşamasından emin olabilmek için daha çok çocuğun doğması gerekir (Timur, 1972).
Auguste Comte (1798-1857)
Sosyolojinin kurucusu sayılan Comte, kuramını “toplumsal statik” ve “toplumsal dinamik” olarak ikiye ayırmıştır. Toplumsal statik, toplumun denge haline işaret eder ve toplumun belirli bir zaman dilimi içerisinde incelenerek tasvir edilmesini içerir. Toplumsal dinamik ise toplumun değişme sürecine işaret eder ve zaman içerisinde hangi toplumsal olguların başka toplumsal olguları izlediğine dikkatimizi çeker. Comte “insanlık” kavramını ortaya atar ve insanlığın evrim sonunda en iyiye ulaşacağına inanır (Kösemihal, 1968: 162). İnsan zihni teolojik ve metafizik aşamalardan geçerek pozitif aşamaya ulaşır. Her aşamada egemen olan düşünce şekli o aşamadaki toplumsal yapıyı belirler. Teolojik aşamada toplum doğaüstüne önem verir. Toplumsal olayların arkasında insanların iradesine benzeyen tanrı iradesi aranır. İnsanlık tanrı düşüncesinde Fetişist (nesnelerin canlı olarak düşünülmesi) ve Çok Tanrıcılık inançlarından sonra Tek Tanrıcılık inancına ulaşır. İnsan zihninin geçirdiği ikinci aşama metafizik aşamadır. Bu aşamada insanlık Tanrı fikri yerine ruh ya da doğanın eğilimleri gibi soyutlamalar ile düşünür.
Spencer’e göre evrim basitlikten karmaşıklığa, homojenlikten heterojenliğe, tek tiplikten uzmanlaşmaya giden doğrusal bir süreçtir. Dünyanın oluşumu, dünya üzerinde yaşamın oluşumu, toplumun, ticaretin, bilimin ve sanatın gelişimi hep aynı süreçten geçer. Spencer toplumu evrim sırasında gittikçe karmaşıklaşan bir organizmaya benzetmiştir. Nasıl insan organizması bir sistem ise ve vücudun uzuvları bu organın parçaları iseler, toplum da parçalardan oluşan bir bütündür. Toplumun bütünü bir yapıyı oluşturur. Toplum içinde yer alan kurumlar bu yapının sağlıklı işlemesi için gerekli fonksiyonları yerine getirir. Spencer’e göre değişmenin kaynağı toplumun içindedir ve tüm toplumlar evrim sürecinden geçmektedir. İnsan toplulukları önceleri homojen şekilde yaşamaktadır ve iş bölümü çok farklılaşmamıştır.
Evrimci yaklaşıma sahip iz bırakmış en önemli sosyolog Durkheim’ dır. Durkheim insanların basit ve yüz yüze homojen ilişkiler içeren cemaat hayatından karmaşık ve sözleşmeye dayanan cemiyet hayatına geçtiklerini öne sürer. Gelişen teknoloji ve iş bölümünün artması insan ilişkilerinin ve dolayısıyla toplumsal yapının değişmesine neden olur. İş bölümünün gelişmesi nüfusun artması ile doğru orantılıdır. Nüfus az ve iş bölümü basit iken toplumda mekanik dayanışma olur. Bu durum az nüfuslu toplumlarda yaşayan insanların bilinçlerinin ve değer yargılarının birbirlerine çok benzemesine bağlıdır. Mekanik dayanışma içinde yaşayan insanlar aykırı davranışta olan kişileri cezalandırarak, başka deyişle “cezalandırıcı hukuk” yolu ile dayanışmanın bozulmasını engeller.
Durkheim, toplumlar geliştikçe ceza hukukunun giderek azalacağını öne sürer. İş bölümünün artması farklı fonksiyonlara ilişkin “geri verdirici” hukuku ortaya çıkarır (Kösemihal, 1971:64). Geri verdirici hukuk bireylerin başka bireylerle olan ilişkilerini düzenler. Örneğin, medeni kanun, ticaret kanunu, usul kanunları, anayasa ve idare kanunları böyledir (Kongar, 2002:103). Geri verdirici kanunlar toplum içinde yeni organların meydana gelmesine hizmet eder. Örneğin işçi patron anlaşmazlıklarını çözen mahkemelerin başında belirli işlerde uzmanlaşmış yargıçlar bulunur. Avukatlık yapmak uzmanlık gerektirir. Özel hallere hukukun genel kuralları uygulanır. Dolayısıyla toplum doğrudan doğruya değil ama dolaylı olarak bireyler arası ilişkileri düzenler.
Bireysel bilinçler bir araya geldiği zaman insan kendi kişiliğini ortak amaç içinde unutur. Uygarlığın üzerinde inşâ edildiği toplumsal idealler böyle zamanlarda ortaya çıkar. Örneğin Fransız Devrimi sırasında vatan ve özgürlük gibi kavramlar toplumsal bilinç tarafından kutsal birer varlık gibi algılanmış ve hissedilmiştir. Türkiye’de sosyolojinin kurucusu sayılan Ziya Gökalp (1876-1924) Durkheim’dan etkilenmiştir. Durkheim’daki toplumsal bilinç kavramının yerine ulusal bilinç kavramını ikâme etmiş ve Türk ulusal kültürünü geliştirebilmek için çalışmıştır.
Sosyal Eylemlilik Yaklaşımı Max Weber (1864-1920)
Weber’in temel entelektüel çabası kapitalizmin neden Hıristiyan Batı’da geliştiğini anlamak üzerine kuruludur. Bu soruya cevap ararken Hıristiyan Batı ve Hıristiyan olmayan öteki olarak konumlandırdığı uygarlıkları (Müslüman, Hindu, Budist v.d.) karşılaştırır. Akılcılığın sadece Batı’da gelişmesinin bu uygarlığı üstün kıldığı sonucuna varır. “Akılcılaşma” (rasyonalite) Weber’in modernite kavram- sallaştırmasmın anahtar kelimesidir. Sekülerleşmeyle birlikte bir toplumda dinin kurumsal etkisinin azalması beklenir. Eğitim ve bilimde artış ve yayılma gözükür. Geleneksel ve karizmatik otorite biçimleri yerlerini akılcı, yasal ve bürokratik otorite biçimlerine bırakır.
Weber toplumsal değişmenin nedenleri arasında önemli bir unsurun düşünceler olduğunu öne sürmüştür.
Yapısal-Fonksiyonalist Yaklaşımlar
Talcott Parsons (1902 - 1979)
Evrimci ve yapısal-fonksiyonalist kuramcılar arasında Amerikalı sosyolog Parsons öne çıkmaktadır. Ona göre toplumsal değişme basitten karmaşığa doğru giden normal bir toplumun evrimidir. Weber’den aldığı toplumsal eylem kavramını Durkheim’dan aldığı toplumsal kurum kavramı ile uzlaştırmaya çalışarak kendi kuramını geliştirmiştir. Herhangi bir bireyin toplumsal eylemleri, içinde yaşadığı toplumun kurumları çerçevesinde ortaya çıkar.
Yapısalcı - fonksiyonalist yaklaşım, sistem modeli çerçevesinde düşünülür. Sistem modeli, herhangi bir düzeyde gerçekleşen toplumsal değişmenin diğer düzeyleri etkileyeceği düşüncesini içerir. Toplumsal değişme makro, orta düzey ve mikro olmak üzere üç düzeyde ele alınmaktadır. Birbirleriyle bağlantılı olarak değişik düzeylerde ortaya çıkan değişmeler “sosyal süreç” kavramı ile açıklanmaktadır (Sztompka, 1993: 7).
Diyalektik Yaklaşımlar Karl Marx (1818-1883)
Marx liberal görüş açısından ön plana çıkan bireye karşılık toplumsal olanı ortaya koymuştur (Antonio, 2000: 114). Maddeci tarih görüşüne dayanan diyalektik yaklaşımıyla diğer evrimci yaklaşımlardan ayrılır. Ona göre toplumsal değişmenin temel nedeni sınıf çatışmalarıdır. Sınıflar toplumlardaki farklı üretim biçimlerine bağlı olarak ortaya çıkar. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri üretim biçimlerini oluşturur. Marx’a göre üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çatışma insanların iradeleri dışında meydana gelir. İnsanların ideolojileri maddi hayat tarafından biçimlenir.
Bir toplumda maddi üretim araçları ve insanlar üretim güçlerini oluşturur. İnsanların içine girdikleri ilişkiler üretim biçimlerini ortaya çıkarır. Örneğin tarımla geçinen toplumlarda toprak temel üretim aracı iken, endüstri toplumlarında fabrika üretim aracıdır. Üretim araçları karşısında insanların aldıkları pozisyonlar onların bilinçlerini belirler. Toprak sahibi toprağını kaybetmemek ve topraktan daha fazla verim elde etmek için çabalar. Toprağa bağlı çalışan köylü ise toprak sahibine boyun eğmek durumundadır. Çünkü karnını ancak toprağı işleyerek doyurabilir. Fabrika sahibi işçilerini daha çok çalıştırıp daha fazla kâr elde etmek ister. Fabrikada çalışan işçi ise emeğini satmak zorundadır. Üretim araçlarının gelişmesi sonucunda üretim güçleri mevcut üretim ilişkileri çerçevesinde huzursuzluğa yol açar ve üretim biçimini değişmeye zorlar. Marx’ın diyalektik yaklaşımı, tarihin öncüsü olan yeni üretim ilişkilerinin tohumlarının eski üretim biçiminde atıldığına işaret eder.
Sistem modelinin alternatifi, toplumu dinamik bir sosyokültürel alan olarak tahây- yül eden modeldir. Bu modele göre toplumun en temel taşı sosyal olaydır. Aksi- yonalist yaklaşıma göre toplumsal değişmeyi etkileyen teknoloji, ekonomi ya da kültüre bağlı bir ya da birden fazla etmen düşüncesi yeterli değildir. Değişme için bütün bu etmenlerden ziyade sosyal aktörlerin aksiyonları gereklidir (Tourai- ne,1977). Bu yaklaşıma göre toplumsal değişme toplumsal hareketler neticesinde gerçekleşebilir. Endüstri öncesi toplumlarda bireyler gelenekler etrafında sıkı birşekilde kenetlenmiştir.
Toplumsal değişme denince akla gelen önemli bir kavram modernitedir. Gid- dens’a (1991) göre modernite Batıda Endüstri Devrimi ile beraber değişen toplumsal kurumlan ve davranış biçimlerini içerir. Modernleşme ise endüstrileşme ile başlayan toplumsal değişme sürecine verilen isimdir ve ağırlığını 20. yüzyılda dünya çapında hissettirmiştir. Modernite’nin bir boyutu endüstrileşme ise öbür boyutu kapitalizmdir. Kapitalizm pazarda gerçekleşen rekabeti ve iş gücünün metalaşma- sını içerir. Modern toplumda bireylerin aktivitelerini eşgüdümlü hale getirmek için enformasyon ve bireyleri kontrol altında tutabilmek için denetim sistemleri gelişir. Modern toplumun politik örgütlenme biçimi ulus devlettir. Giderek ulus devletler tarih sahnesine aktörler olarak çıkmış ve uluslararası ilişkilerin çapı gelişerek küreselleşme sürecini hızlandırmıştır.
Sosyal ilişkiler ve değiş tokuş kuşkusuz modernite öncesi dönemde de vardı. Ancak, para gibi soyut bir aracın standartlaştırma özelliği para ekonomisi temelinde modernitenin gelişmesini sağlamıştır. Uzmanlık sistemleri, uzmanlardan ve zaman ile mekândan bağımsız olarak hayatımıza karışmıştır. Günümüzde ister istemez doktor, mühendis, terapist gibi uzmanlara güvenmek zorundayız. Öte yandan sürekli şüphe eden ve akıl yürüten insan, edindiği yeni bilgilere dayanarak modern kurumlarla olan ilişkisini gözden geçirmeye de başlamıştır.
Marx’a göre özgür iş gücü modernitenin anahtar kavramıdır. Emek pazarda satılan bir meta haline gelmeden kapitalizm gelişemezdi. Kapitalizmin gelişmesi aynı zamanda fabrikada çalışma biçimine bağlı olarak artan disiplini de getirdi (Antonio,2000: 122).
Simmel’e (1858-1918 ) göre modernite bireyleşme olmadan gerçekleşemez. Geleneksel toplumlarda bireyler daha ziyade aile ve hısım-akraba bağlantıları içinde sosyalleşirken, moderniteyle birlikte bireyler bağlantı kurmak istedikleri grupları akılcı bir biçimde seçmeye başlamıştır. Birey artık çeşitli gruplara üyedir ve bu durum bireyin belirsizlik duygusuna kapılmasına neden olabilir.
Ritzer (1993) modern toplumu tanımlarken “Toplumun McDonaldlaştırılması ” kavramını ortaya atmıştır. Ritzer’a göre akılcılaşma süreci, modern yaşamın ihtiyaçlarına verdiği yanıtları dört temel unsura dayandırır: verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve denetim. Bu unsurların hepsi özünde kapitalist toplumda egemen olan üretim biçiminin gereksinimleri ile ilgilidir. Kapitalizmde üretim artmalı, ne kadar üretilebileceği öngörülebilmeli ve denetlenebilmelidir.
Küreselleşme kimi zaman Batılılaşma, Amerikanlaşma ya da evrenselleşme ile eş anlamlı olarak düşünülür. Bu anlamlardan herhangi birisiyle özdeşleştirildiğinde toplumlar arasındaki kültürel farkların giderek ortadan kalkmasına, başka deyişle kültürel homojenleşme sürecine işaret eder (Tomlinson, 2004). Uçak küreselleşmeyi hızlandıran önemli bir teknolojik buluştur. Çünkü hava ulaşımı sayesinde zaman kavramı hakkmdaki algımız ve yaşam biçimimiz radikal bir şekilde etkilenmiştir.
Castells’a göre (1996) küreselleşme özellikle 1970’lerden bu yana enformasyon toplumunun ortaya çıkması ve gelişmesi ile bağlantılıdır.
Çünkü internet gibi yeni iletişim teknolojileri sayesinde bilgi akışı hızlanmış ve birbirinden bağımsız gibi gözüken toplumlar gerek bilgi, gerek sermaye akışı sayesinde ekonomik ve politik açılardan birbiriyle bağlantılı hale gelmiştir. Neoliberal ideoloji küreselleşme ile eş anlamlı olmasa da sermayenin avantajlı bulduğu ülkelere serbest akışını teşvik ederek küreselleşmeyi hızlandırmıştır. Böylece, gerek ülkeler arasında, gerekse herhangi bir toplumda sınıflar arasında eşitsizlikler giderek artmaktadır.
KÜRESELLEŞME OLGUSUNUN ÖZELLİKLERİ
Küreselleşmenin en önemli özellikleri zaman ve mekânın sıkışması; mekânın yeniden biçimlenmesi ve uluslararasındaki karşılıklı bağımlılıkların geri dönülmez bir biçimde artmasıdır (Harvey, 1989).
Bir yandan birbirine çok benzeyen hava alanları ve hava alanlarının yakınında iş adamlarının konaklaması için oteller inşa edilir. Ulusaşırı “iş adamı kültürü” gelişir ve ulusaşırı sermayenin akışı hızlanır. Tüketim kalıpları standartlaşmaya başlar. Artık süper marketlerde dünyanın her yöresinden gıda ve ürün çeşitleri bulmak mümkündür. Öte yandan ulusaşırı şirketlere bağlı üretim zincirleri oluşur. Dünyanın bir köşesinde ekonomik kriz bahane edilerek bir fabrika kapatılır ve hayatlarında süper marketlere uğrayamamış milyonlarca işçi işsiz kalabilir. Küresel finansal ağlar sayesinde banka hesaplarımız küresel kapitalist pazara bağlanır.
Modernlik öncesi küresel ile modernlik sonrası küresel arasında bir fark vardır. Örneğin Anderson’un (1991) günümüzde kıtalar üstü dayanışmalara karşılık geldiği için ''hayâli cemaatler" olarak adlandırdığı Hıristiyanlık veya Müslümanlık modernlik öncesi toplumlarda yerel bağlamda tahayyül edilirdi. Muhtemelen Orta Çağ’da yaşamış olan insanlar öteki Hıristiyan ya da Müslümanların kendilerinin birer kopyası olduklarını düşünüyordu. Orta Çağ dünyasında yolculuk tehlikelerle dolu olduğu için oldukça zordu. Dolayısıyla seyahat eden insanların gittikleri yerler üzerindeki etkisi sınırlıydı. Modernlik öncesi bağlantılılık ile modernlik sonrası bağlantılılık arasında bir eksen kayması söz konusudur. Bu eksen kayması sadece mekân değiştirmenin esnekleşmesi değil, aynı zamanda bir bütün olarak dünya bilincinin yoğunlaşması anlamına da gelmektedir (Robertson, 1992).
Orta Çağ’da jüri nasıl düşünmüştür? Jürinin kararında hangi gerekçeler rol oynamıştır? O dönemde çukuru kazan değirmenciyi aklayan jüri yerelliğin ihtiyacını, bağlantılılığa üstün görmüştür. Anayol bağlantılılığı simgeler ve bağlantıda kalma ihtiyacına karşılık gelir. Günümüzde benzer bir olayda jürinin aynı şekilde yorum yapamayacağını düşünüyorsak iletişim ve bağlantılılık yaşamımızda merkezî bir önem kazandığı içindir. Dolayısıyla, Giddens’a (1991) göre küreselleşmenin gerçek kökeni modern öncesi dünyada değildir.
Küreselleşme tek yanlı bir süreç değildir. Kültürel boyutu açısından düşündüğümüzde diyalektik bir yapı ortaya çıkar.
Huntington kültürel homojenleşme yerine “uygarlıklar çatışması” dönemine girdiğimizi öne sürmüştür.
Küreselleşme olgusunu inceleyen çeşitli kuramlar vurguladıkları konular açısından farklılaşmaktadır. Bu kuramların aralarındaki farklılıkları anlayabilmek için hipotetik bir soru ortaya atabiliriz: Bir adada yaşayan yeni bir toplumun keşfedildiğini düşünelim. Bu ada toplumu dünya toplumlarına nasıl entegre edilirdi? Bazı kuramcılar şirketlerin derhal bu adanın doğal kaynaklarına el koyacağını iddia edecektir. Daha sonra sıra bu kaynakları işleyebilmek için adaya mühendisler yollamaya ve ucuz iş gücünden yararlanabilmek için fabrikalar kurmaya gelecektir. Başka bir grup dünyadaki süper güçlerin adaya temsilciler yollayarak güçlü bir devlet kurulmasını sağlamanın ve bu devletle ilişkileri geliştirmenin en doğru yol olduğunu iddia edebilir. Yeni devletin küresel siyasette yer alması gerekecektir.
Dolayısıyla, adanın entegrasyonu ekonomik sömürü, siyasal antlaşmalar ve ittifaklar, küresel modellere göre yapılacak kurumsal reformlar ve kültürel bir kimlik arayışı seçeneklerinin hepsini içerebilir. Küreselleşmenin 1970’ler sonrası ortaya çıkan yeni bir olgu olmadığını iddia eden farklı kuramlar vardır. Bu kuramlar Marx’tan etkilenmiş olan “kapitalist dünya sistemi” ve “bağımlılık” kuramları ile “dünya kültürü” kuramıdır.
Kapitalist Dünya Sistemi ve Bağımlılık Kuramları
1960’ların ortalarında modernleşme kuramlarını eleştiren alternatif kuramlar gelişmiştir. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde ithal ikâmeci endüstrileşme sürecinin dinamizmini kaybetmesi modernleşme sürecinin sorgulanmasına yol açmıştır (Lar- rain, 1989: 115-123). Bağımlılık kuramı olarak adlandırılabilecek düşünceler çeşitli olsa da ortak yönleri dünya kapitalist sistemi kavramını kabul etmeleri ve bu sistemin çevresinde yer alan ülkelerin iç yapılarının dış güçler tarafından belirlendiğini öne sürmeleridir. Ön plana çıkan düşünürler “kapitalist dünya ekonomisi” kavramını kullanan Andre Gunder Frank ve Immanuel Wallerstein’dır. Frank “azgelişmişliğin gelişmişliği” kavramını ortaya atmıştır. Kapitalizmin 16.yüzyılda Avrupa’da başladığını ve tüm dünyayı uluslararası bir sistem haline soktuğunu iddia eder.
Artı değer kavramını Marx emek-değer kuramı çerçevesinde kullanmıştır. Marx şu soruya cevap aramıştır: Serbest piyasa kuralına göre tüm metalar kendi eşitleriyle mübadeleye (değiş tokuşa) girer. O zaman parası olanlar niçin üretime yatırım yapmaktadır? Cevabı şöyledir: Yatırımcı kullanıldığında maliyetinden daha fazla değer yaratan, benzeri olmayan bir meta görmüş ve onu satın almıştır. Bu meta emek gücüdür. Kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkmasıyla birlikte emekçiler emek güçlerini üretim araçlarının mülkiyetini ellerinde tutanlara hem satmak zorunda kalır; hem de bunu yapabilecek güçtedir. İşçiler, ürettikleri şeyler temel alınarak değil, kendilerinin ve çocuklarının çalışmak amacıyla varlıklarını idame ettirmelerini mümkün kılan gıda ve diğer ihtiyaçlar temel alınarak ücretlendirilir. İşçinin kendini geçindirme değerinin (zaruri emek) normal şartlarda, çalışılan saat toplamından daha az zamanda üretilmesiyle “artı değer” yaratmak mümkün olur (Marshall, 1999: 184).
Bağımlılık kuramları da temelde modernleşme kuramları gibi ideal bir gelişme tasavvur ettikleri ve çevre ülkelerin durumunu bu modele göre tanımladıkları için eleştirilmiştir.
Sassen, küresel ekonominin “dünya şehirleri” sayesinde hayat bulduğuna dikkatimizi çeker. Dünya şehirlerinden küresel ekonomiyi kontrol eden kişiler gerek yerel kültürlerin etkisinden, gerekse siyasi kontrolden uzaklaşırlar. Buna paralel olarak dünya şehirlerinde yaşayan küresel elitler ile asgari ücretle çalışan işçiler arasındaki eşitsizlik uçurumu artar (Sassen, 1998, aktaran Lechner & Boli, 2000: 70-73).
1980’li yıllarda bir dünya şehri olan İstanbul’da da küreselleşme özelliklerini taşıyan yeni mekânsal düzenlemeler ortaya çıkmıştır (Keyder, 2000: 185). Pek çok şirket yüksek kârlar getiren müteahhitlik işine girmiştir. Mali liberalizasyon sayesinde bankacılık sektörü dünya piyasaları ile bütünleşmiş ve İstanbul yatırım açısından bir çekim merkezi haline gelmiştir. Bu koşullar çerçevesinde konut piyasası İstanbul’un en kârlı sektörü olmuştur. Kentlerin işlevleri dünyadaki yerlerine bağlı olarak dönüştürülmektedir (Keyder, 2000: 219). İstanbul önemli bir ulusaşırı ticaret ve finans merkezi durumuna getirilmek istenmektedir.
Dünya kültürü kuramı (Lechner & Boli, 2005) küresel meta, insan ve kültür dolaşımı zincirlerini analiz eder. Küreselleşme sürecinde gerek malların, gerekse insanların dolaşımını görürüz. Örneğin, Türkiye’ye yönelik düzensiz göç ve kadın ticareti küresel bir sorundur. Küresel çaptaki enformel iş ve ticaret faaliyetleri uluslararası nüfus hareketlerini etkilemekte, Türkiye de bundan payını almaktadır (Erder ve Kaşka, 2003). Dünya kültürü kavramı meta dolaşımı ve insan dolaşımı süreciyle, uluslararası finans ve banka sistemiyle, iletişim ağıyla, uluslararası kurumsallaşmalarla (Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Çalışma Örgütü, Dünya Bankası, Dünya Satranç Federasyonu gibi) ve küresel popüler kültür ile bireylerde ulus ötesi yeni bir bilinçlenme düzeyine işaret etmektedir. Üstelik bu kültür dinamiktir. Sürekli oluşum ve yenilenme halindedir. Dünya kültürü kuramı, küreselleşmeye karşı çıkan Dünya Sosyal Forumu gibi küreselleşme karşıtı platformların da kaçınılmaz olarak küresel çapta örgütlenmeleri gerektiğini vurgulamaktadır.
Dünya kültürü kavramı eğitsel, yönetsel, örgütsel ve yurttaşlıkla ilgili pratiklerin bütün toplumlarda benzer biçimler almış olduğuna işaret eder. Öte yandan, günümüzde önemli sayıda toplum demokrasi ile yönetilirken, halen demokratik olmayan toplumlar da bulunmaktadır. Bazı toplumlar henüz kadınlara seçme hakkı tanımamıştır.
İnsan hakları kavramı küresel düzeyde yaygınlaşmamıştır.
1970’lerin başından itibaren kavramsal olarak sermayenin ulusal düzeyde tanımla- namayacağı görüşü ağırlık kazanmaya başlamıştır. Bu tartışmanın çerçevesini anlayabilmek için sermayenin toplam sosyal döngüsünü oluşturan üç sürece açıklık kazandırmak gereklidir (Ercan, 2009: 173-74). Birinci aşamada ticari sermaye ulus- lararasılaşmıştır. Kapitalist üretim tekniklerinin gelişmesi üretim hacmini arttırmış; dolayısıyla uluslararası ticaret artmıştır.
İkinci aşamada erken endüstrileşen ülkelerde sermaye aşırı artmış; yeni kârlılık koşullarının aranması gündeme gelmiştir. Anonim şirketler gelişmiş ve toplumda var olan mülkiyet hakları tek elde yoğunlaşmıştır. Buna bağlı olarak sermaye yaratıcısı bankalar güçlenmiş ve sermaye hem borç sermaye hem de hayâli sermaye olarak ulus dışına çıkmıştır. Bu sürece para sermayesinin uluslararasılaşması demek mümkündür.
Üçüncü aşamada gelişen teknoloji ve ulaşım maliyetlerinin ucuzlaması üretim faaliyetinin uluslararasılaşmasma neden olmuştur. Üretim için gerekli iş gücü ve üretim araçlarının sağlanmasında olduğu gibi üretim sürecinde yaratılan artı değer de uluslararasılaşmıştır.
Sermayenin üç farklı görünümünü kendi içlerinde toplayan firmalar hareket alanlarını genişleterek kârlılık oranlarını arttırabilmişlerdir. Başka deyişle, bir yandan firmalar üretimi sürdürürken, bankalar yatırım için para sağlamakta ve ticaret şirketleri ise üretilen malların dağıtımını yapmaktadır.
Neoliberal küreselleşme özellikle 1980 sonrasına ilişkin bir kavramdır. 1980 sonrasında petrol ihracatçısı ülkelerin ellerindeki petro dolarlar içe dönük sanayileşme modeli uygulayan az gelişmiş ülkelere yönlendirilmiş ve bu model bir süre devam edebilmiştir. Ayrıca bu yönlendirme finansal piyasaların önemini arttırmıştır. Sürecin sonunda ortaya çıkan borç krizi içe dönük sanayileşme modelinin sona ermesine ve küreselleşme adı verilen sürecin başlamasına neden olmuştur. Arka arkaya çıkan petrol krizleri az gelişmiş ülkeler arasındaki dayanışma duygusunu azaltmıştır. Az gelişmiş ülkeler uluslararası yeni ekonomik düzen çağrısında bulunmuşlar ve gelişmiş ülkeler ise bu ülkelerin borçlarını ödeyebilmelerinin ancak ihracata yönelmeleriyle mümkün olabileceğini düşünmüşlerdir.